PeyamaKurd - 25-26. Dönem Milletvekili Ayhan Bilgen, Netew TVdeki gündem özel programında Zeynep Cagerin gündeme ilişkin sorularını yanıtladı.
Bilgen, Türkiyedeki siyasi, ekonomik ve anayasal süreç ile ilgili değerlendirmesinde şu ifadelere yer verdi:
Türkiyede siyaset toplumsal kaygılarla, kişisel hesaplarla, kariyer kaygılarla, kişisel rant ve çıkarlarla yürüyor. Gelir dağılımındaki çarpıklık son derece yaygınlaştı. Türkiyede 16 milyon civarında insan sosyal yardımlarla yaşıyor, bu her şeyi ifade etmeye yeter. Bizim siyasetten bir beklentimiz var, sorunlarımızın çözülmesini istiyoruz. Eğer siyaset sorunlarımızı çözemiyorsa, sorunlarımız kangrenleşiyorsa, o zaman bir tıkanma var demektir. Anayasa, bireysel haklar üzerinden çizilecekse ayrımcılığın olmadığı, hiçbir kimliğin yok sayılmadığı, bir kimliğin de diğer kimlik üzerinde baskı aracına dönüşmediği bir yurttaşlık tarifi yaparsınız. Ancak Türkiyenin bu konuda formülden çok psikolojik bir problemi var. Önce bu psikolojik ön yargıları aşmalıyız.
Türkiye siyaset sizce nasıl yürüyor?
Türkiyede siyaset toplumsal kaygılarla, kişisel hesaplarla, kariyer kaygılarla, kişisel rant ve çıkarlarla yürüyor. Bu tabi egemen bir durum ve istisnalar şüphesiz var. Özgürlük ve demokrasi mücadelesini gerçekten içselleştirerek yürütmeye çalışanlar var. Ama bunu sadece slogan düzeyinde tutanlar da var.
Türkiyede ekonomide son dönemde inişli çıkışlı durumlar var, bu gidişatı nasıl görüyorsunuz?
Türkiye ekonomisi uzun bir süre cari açığa dayalı bir model üzerine kuruldu. Bunun bir yerde patlayacağı ve bunun bir yerde krize dönüşeceği belliydi. Burada yatırım kalemleri, daha çok alt yapı ve inşaat sektörüydü. Üretimi arttıran yatırımlar değildi. Dolayısıyla ekonomik kalkınma ve gelişme çerçevesinde son derece riskli tercihlerdir. Türkiye ekonomisinde ne yazık ki, kamu kaynakları üzerinden zenginleşme durumu Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren olağan bir durumdur.
Ne yazık ki Türkiyede güçlü bir sermaye düzeni olmadı. Bu düzen adil bir ekonomiyi imkansızlaştırdı. Gelir dağılımındaki çarpıklık son derece yaygınlaştı. Türkiyede 16 milyon civarında insan sosyal yardımlarla yaşıyor, bu her şeyi ifade etmeye yeter. Zenginler daha zengin, fakirler daha fakir oluyor, bu aslında küresel bir durum. Türkiye ekonomisi de bu trendin parçası konumunda.
Belki bu konuda iktidar, kendi kişisel refleksi ile tarif ediyor ama dünyada hepimiz biliyoruz ki, geçmişte de devletler arası oyunda veya finansal kapitalizm ile savaş sanayisinde yatırım yapan firmalar arasında devletlerin politikalarını belirlemeye dönük müdahaleler olmuştur. Amerikada bunun örnekleri var. Kimi Güney Asya ülkelerinde bunun benzerleri yaşandı. Devletler birbirinin ekonomilerine müdahale edecek araçlara, aparatlara sahiptir. Burada siz buna dayanıklı değilsiniz, siz bunun karşısında kendi ayakları üstünde duran ve bu tip müdahalelerden etkilenmeyen bir ekonomiyi neden kurmadık gibi sorular belki cevaplanmalı.
Burada müdahale var mı yok mu sorusu, iktidar penceresinden dış bir müdahalenin olduğunu, muhalefet penceresinden ise sorunun sadece iktidarın beceriksizliği olarak tarif ediliyor. Ben ikisinin de doğruların yarısı olduğu kanaatindeyim. Müdahale de var ama bir kötü yönetim sorunu da var. Burada birinden birini tercih etmek zorunda mıyız, yoksa gerçeğin, küresel ticari ve operasyonların gerçeğin bir parçası olarak görülemez mi, ben daha çok objektif bakmak gerektiği kanaatindeyim. Burada ekonomi kötü olursa iktidar yıkılır yerine muhalefet gelir anlayışı kabul edilebilir bir anlayış değildir.
Ben Türkiye siyasetinde ciddi bir tıkanmanın olduğu kanaatindeyim. Türkiye siyasetinde tıkanmalar genellikle başka kaosları beraberinde getirir. 12 Eylül öncesinde tıkandı ve darbe geldi. 27 Mayıs öncesi tıkandı, iktidar-muhalefet ilişkisi son derece sorunluydu ve nihayet bir darbe oldu, Başbakan ve iki bakanı idam edildi. 12 Martta aynı noktaya gittik. Siyaset tıkandığında, siyaset diyalogla çözülemediğinde, partiler arasındaki gerilimin bedelini toplum ödüyor. Bunu Osmanlı döneminde de örnekleri var. Ben bugün de bir tıkanmanın olduğu kanaatindeyim. İktidar-muhalefet ilişkisi, partilerin kendi tabanları ile ilişkisi, partilerin yerel ile kendi ilişkilerinin tıkanmış ve sorun çözemez boyuta ulaştığını kanaatindeyim.
Bizim siyasetten bir beklentimiz var, sorunlarımızın çözülmesini istiyoruz. Eğer siyaset sorunlarımızı çözemiyorsa, sorunlarımız kangrenleşiyorsa, o zaman bir tıkanma var demektir ve bunun da çözümünü yine siyasette aramalıyız. Bu kişi giderse düzelir, a partisi düşer b iktidara gelir anlayışı yerine siyasetteki gerilim alanlarında yeni denklemlerin kurulmasına, yeni yüzlerin siyasete katılması gerektiğini benimsemeliyiz.
İki boyutu çok önemsiyoruz. Siyasetin özne olduğu bir parti ne yazık ki çürümeye mahkumdur, toplumdan kopmaya mahkumdur, bunu bütün siyasi geleneklerde görebiliyoruz. Bütün siyasi hareketler toplumdan koptuğunda, çürür, yozlaşır, yalnızlaşır ve gittikçe kendini özne görmeye başlar. Bu siyasetin meslek haline gelmesi ve siyasetten geçinmek anlamına gelir. Sorunları çözmek yerine, sorunlarla birlikte yaşamak ve sorunun parçası haline gelmektir. Özellikle çürümeye, yozlaşmaya karşı, siyasetteki tüm kirlenmelere karşı tek çözüm şeffaf ve halka açık, halkın denetiminde halkın karar verici olduğu bir siyaset tarzını geliştirmektir. Bunun önündeki en büyük engel de Türkiyedeki kutuplaşmadır.
Eğer siz toplumun sorunlarına odaklanırsanız, yürüttüğünüz kavgaların, gerilimlerin bir kısmının sorun çözmeyi kolaylaştırmadığını göreceksiniz.
Kuracağınız partide, hitap ettiğiniz kesim hangi kesimdir?
Türkiye siyasetinde kararsız seçmen diye tarif edilen ama bence son derece kararlı, neyin nasıl olmayacağını iyi bilen, siyasetteki tıkanmayı gören, mevcut partiler arasında bir tercih yapmayan, siyasetin dışında durmayı tercih eden bu kararsız seçmenin Türkiyenin geleceğini belirleyeceğini düşünüyorum. Bu seçmenlerin içerisinde duyarsız seçmen olabilir ama bunun yanında son derece duyarlı, farkındalığı olan, bir partiye körü körüne angajmanı olmayıp hakikati arayan, gerçek neredeyse onu destekleyen ama yanlışına da itiraz eden bir seçmen kitlesinden bahsediyorum.
Bu seçmen kitlesi bence bizim hedef kitlemiz olmalıdır, öncelikle buraya hitap etmeliyiz. İkinci hedef kitlemiz de partilerinden memnun olmayıp kerhen oy veren bir kitle var. Sadece sandığa giderek oy vermekle ülke kurtulmaz. Sizin her an karar alma süreçlerine katılmanız lazım.
Kurmak istediğiniz partinin, Kürtler açısından bakarsak ne gibi projeler düşünüyorsunuz?
Kürtlerin farklı düşüncelerle, ortak birliktelikler inşa etmesi gerekiyor. Yani farklı düşünüyorsak düşmanız, birbirimize zarar vereceğiz diyen bir yaklaşıma girmek zorunda değiliz. Farklılıklarımız olabilir, farklı eğilimlerimiz olabilir. Sadece Kürtler için değil, hak temel bir siyasetin Kürtlerin sorununu çözebileceğini düşünüyorum. Belki çerkez, Laz, Arap ve Türkiyede yaşayan diğer milletler için de genel geçer, evrensel doğruları merkeze koyan hak temelli bir siyaset inşa etmeliyiz. O hakları esas alırsanız, toplumun ortak paydası haline getirirseniz, bunu ona ikna ederseniz, ben bu sorunların çözüleceği kanaatindeyim. Kimliklerle ilgili baskı olduğundan o kimliği özel olarak vurgulama ihtiyacı duyarsınız, onu savunursunuz ama kalıcı çözüm hak temellidir. Kimlik haklarını da kapsayacak şekilde, genel geçer hak temelli bir bakış, bütün toplum tarafından kabul görür.
Diğer Kürt partileri ile iş birliğiniz, görüşmeleriniz, diyaloglarınız oldu mu?
Partileşmek herkesin hakkıdır, tercihidir. Partileşmeden önce, Türkiyede bir zihinsel bir netleşmeye, bir fikri olgunlaşmaya ve bu yeni fikir etrafından toplumsal güç inşasına ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Biz gayet bu süreçte ziyaretler yapacağız, görüşmeler yapacağız. Henüz o aşamada değiliz. Bir yol haritası netleştirdiğimizde, Kürt partilerini de diğer partileri de ziyaret edeceğiz. Hem Kürt sorunu ile ilgili hem diğer alanlarla ilgili düşüncelerimizi, kaygılarımızı paylaşacağız.
Kılıçdaroğlu bir dönüşümü bir gelişimi inşa etmeye çalışıyor. Hem inanç ve özgürlük anlamında sergilediği tavırlarla, hem tezkerede sergilediği tavırla, hem helalleşme ile ilgili girişimiyle CHPyi dar ekseninden daha geniş toplum kesimlere açma arayışı içerisinde. Bunların ikisi de gerçeklik. Ben sayın Kılıçdaroğlunun son kongre konuşmasının son derece kapsamlı durum olduğunu düşünüyorum.
Ben mecliste de bunu ifade etmiştim. Nutukun Osmanlıcası dağıtıldığı zaman içerisindeki Kürdistan ifadesini dile getirmiştim. Bunu Mustafa Kemal de kullanmıştı, bu bölünme ayrışma ifadesi olarak kullanmadı, bir bölgenin bir coğrafyanın adı olarak geçiyor. Türkiye içerisinde de artık bu kavramın bir korku olmaktan çıkıp bir kültür coğrafyasının gerçekliği olduğunun kabulünü galiba siyasetçilerimiz görmeliler diye düşünüyorum.
Kürt seçmenleri açısında anayasal haklarımızı nasıl alabilir, sizce bu nasıl gerçekleşebiliriz?
Anayasal konusunda çok somut 2 yol var. Ya topluluk hakları üzerinden bir tutum, bir konsept çizilir yada bireysel haklar üzerinden. Eğer bireysel haklar üzerinden çizilecekse ayrımcılığın olmadığı, hiçbir kimliğin yok sayılmadığı, bir kimliğin de diğer kimlik üzerinde baskı aracına dönüşmediği bir yurttaşlık tarifi yaparsınız. Dünyadaki bilinen çözüm yollarından birisi budur.
Diğer çözüm yolu da toplumların adları anılarak, kaç tane halk yaşıyorsa, isterse küçük bir topluluk olsun, bunların her bir ismi anayasada sayılabilir. Türkiyede formülden çok psikolojik problemi var, güven problemi var. Siz en temel hak olan dil üzerinden baktığınızda Türkiyenin büyük bir kısmı pazarda duyduğu Kürtçe sözü kendine küfür sanıyor, bilmediğinin düşmanı gibi algısı oluşuyor. Bu toplumun içine düştüğü hal, gerçekten acınası bir haldir. Önce bu psikolojik ön yargıları aşmalıyız.