10. Yargı Paketi’nin gerçek yüzü: Adaletin aynasında kırılan hayatlar

“Her insan, kendi içinde bir yargıç taşır. Ama kimse kendi mahkemesinden kaçamaz.”

— Albert Camus, “Düşüş”

2025 yılının bahar aylarını geride bırakırken, Türkiye cezaevlerinden her gün yeni bir ağır hasta mahpus haberi kamuoyu gündemine düşüyor. Bu haberler, Meclis’e sunulan 10. Yargı Paketi ile infaz yasasında öngörülen değişiklik teklifleriyle eş zamanlı biçimde geliyor. Bu çarpıcı örneklerden biri, 73 yaşındaki ağır hasta mahpus Mehmet Emin Çam’dır. Beyin tümörü, kalp hastalığı, iki böbrek ameliyatı, katarakt ve sol tarafındaki felçle yaşam mücadelesi veriyor. Çam’ın her iki kulağında işitme cihazı var, cezaevinde iki kez kalp krizi geçirdi. Hala kalbinde iki damar tıkalıdır, beynindeki tümörden kaynaklı beyin damarlarında 3 damar tıkalı; bu durum yaşamı için büyük risk teşkil ediyor ve safra kesesi yok. Fakat bu mücadelesinde bir kısım duyarlı Kürt kamuoyu ve ailesi hariç; yalnız!… Kaldırıldığı hastaneye dair bilgiye bile ailesi ancak tesadüfen ulaşabiliyor.

Çünkü bu ülkede bazı insanlar sadece hastalıkla değil, aynı zamanda görünmez kılınmışlıkla da boğuşuyor. Çünkü bu ülkede adalet, bazı hücrelere hiç uğramıyor.

Mehmet Emin Çam sadece bir kişi değil; mevcut hukuk sisteminin kronikleşmiş sorunlarını görünür kılan bir semptom. Adalet Bakanlığı’nın “ceza adaleti reformu” adıyla sunduğu 10. Yargı Paketi, işte tam da bu sessizliği kalın bir perdeyle örtmeye çalışıyor. Bu paket, hukuki bir reform değil; siyasetin vitrinine sürülmüş teknik bir makyajdan ibaret.

Karamazovların Adaleti mi, Kafka’nın Hukuku mu?

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde adalet Tanrı’ya uzanır. Kafka’nın Dava’sında ise bir mahkeme binası vardır ama kapısı yoktur. Türkiye’de ceza hukuku bugün, tam da Kafka’nın kapısız mahkeme alegorisine daha yakın durmaktadır. 10. Yargı Paketi, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan siyasi mahpusları kapsam dışı bırakarak bu kapısız binayı daha da büyütmektedir.

Türkiye’de Hukuk suçu değil, genellikle kimliği yargılamaktadır. Oysa hukuk devleti, bireyi devletin siyasal keyfiyetine karşı koruyabildiği ölçüde anlamlıdır. Anayasa’nın eşitlik ilkesi (m.10), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 14. maddesi ve BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 26. maddesi artık yalnızca hukuki metinler değil, cezaevlerinde eriyen bedenlerin sessiz çığlığıdır.

Adli Tıp Kurumu: Bilim Değil, Biatla Rapor

Adli Tıp Kurumu (ATK), Mehmet Emin Çam gibi yüzlerce mahpusun kaderini belirleyen kurumlardan biri. “Cezaevinde kalabilir” yönündeki raporlar, fiilen birer ölüm fermanına dönüşmektedir. Bu kararlar tıbbi değil; siyasaldır. Devlete daha doğrusu hükümete bağlı bir yapı olan ATK, adalet sisteminin yürütmeye devredilmiş bir uzantısı gibi işlemektedir.

Camus’nün “Veba”sındaki gibi, herkesin bildiği ama üzerine konuşmadığı bir hastalık dolaşıyor bu ülkede: adaletsizlik.

Gözlem Kurulları: Tahliye Değil, Tövbe Sorgusu

Cezaevlerinde kurulan İdari ve Gözlem Kurulları, mahpusların tahliye sürecinde sadece “iyi hâl”i değil, “devlete sadakat”i de değerlendirmektedir. Özellikle politik mahpuslar açısından bu kurullar, bir tür ideolojik sansür komisyonuna dönüşmektedir. “İyilik”, devlete bağlılıkla ölçülmekte; özgürlük, fikirle değil, itaatle verilmektedir.

Oysa hukuk, gözetim ve boyun eğme üzerine değil; eşitlik ve hak temelli adalet üzerine inşa edilmelidir.

Reformdan Çok Rötuş: Katılım ve Şeffaflık Yine Yok

Bu paketin hazırlık sürecinde ne baroların ne insan hakları örgütlerinin ne de bağımsız hukukçuların görüşleri alınmıştır. ATK dışında hiçbir uzmanlık kurumu dinlenmemiştir. Yasa yapımı, yine kapalı kapılar ardında yürütülmüştür. Bu durum, demokratik hukuk devleti anlayışıyla değil, güçlü bir merkeziyetçiliğin teknik makyajıyla açıklanabilir.

Bir yandan “toplumsal barış”tan söz edilirken, diğer yandan hasta mahpuslar ölüme terk edilmekte; siyasi tutukluların tahliyesi ideolojik ayıklamaya bağlanmaktadır.

Toplumsal Onarım Yerine Derinleşen Yara

Bir reform paketi, toplumsal bir iyileşme süreci başlatmalıydı. Fakat bu paket, yalnızca mevcut hukuksuzlukları kurumsallaştırmaktadır. Mehmet Emin Çam gibi insanlar, kamu vicdanının gözleri önünde sessizce ölüme terk edilmektedir. Bu bir bireysel trajedi değil; toplumsal bir hukuk iflasının kanıtıdır.

Gerçek Reformlar İçin 5 Adım acil atılmalı

Bu ülkenin adalete ihtiyacı var. Ama sadece tabelada değil; hücrede, hastanede, vicdanda:

1.Adli Tıp Kurumu, bağımsızlaştırılmalı; etik ve bilimsel denetime açık hale getirilmelidir. Sivil tıp kurumlarının görüşleri esas alınmalıdır.

2.İnfaz hâkimlikleri, idari kurumların raporlarına bağımlılıktan çıkarılmalı; yargı takdir yetkisi güçlendirilmelidir.

3.İdari ve Gözlem Kurulları, ya kaldırılmalı ya da anayasal güvencelerle sınırlandırılmalıdır.

4.İnfaz rejimi, bireyin kimliği veya siyasi görüşüne göre değil; evrensel insan hakları esas alınarak düzenlenmelidir.

5.Yasa yapım süreci, baroların, akademinin, insan hakları örgütlerinin ve kamuoyunun katılımına açık şekilde yürütülmelidir.

Son Söz: Adalet, Ancak Gerçek Hayatlara Dokunursa Anlamlıdır

Cezaevlerinde bugün yüzlerce insan, adaletin bir ilke değil; bir yaşam hakkı olduğunu bedenleriyle hatırlatıyor. Mehmet Emin Çam’ın yalnızlığı, bu paketin sessizliğini bozan en güçlü haykırışlardan biridir.

Bir avukat olarak biliyorum ki, adalet yalnızca yasa kitaplarında değil; cezaevlerinin kapısında, hastane raporlarının satır aralarında, tahliye edilmeyen bedenlerin sessizliğinde aranmalıdır. Hukukun onuru yalnızca mahkeme salonlarında değil; en karanlık hücrede bile ayakta kalabildiği sürece vardır.

10.Yargı Paketi, “reform” adı altında hakikatin üzerini örten yeni bir perde olmamalıdır.

Çünkü adalet, ancak hasta mahpusun ömründe, siyasi mahpusun hücresinde, toplumun vicdanında hayat bulduğunda gerçektir.

 


Bu Makale 392 defa okunmuştur.