Karamazov Kardeşler’den Türkiye Yargısına: Hukukun Çöküşü

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanında, adaletin Tanrı’dan koptuğu andan itibaren nasıl bir zulme dönüştüğü anlatılır.

Bu tanrısız adalet, bugün Türkiye’de yalnızca bir felsefi tahayyül değil; mahkeme salonlarında, cezaevlerinde ve sokaklarda gündelik bir gerçeklik olarak yaşanıyor.

Bir avukat olarak yalnızca dosyalarla değil, metinlerle de mücadele etmeye çalışıyorum. Çünkü Türkiye’de hukuk artık yalnızca maddi bir düzen değil; aynı zamanda vicdanın, ahlakın ve felsefenin sınandığı bir kriz alanı hâline geldi.

İvan Karamazov’un İsyanı:

Hasta Mahpusların Sessiz Ölümü

İvan Karamazov’un “masum bir çocuğun gözyaşı” nedeniyle Tanrı’yı reddetmesi, bugün cezaevlerinde yaşanan büyük sessizlikte yankılanıyor.

Adalet Bakanlığı verilerine göre, 7 Nisan 2025 itibarıyla cezaevlerinde 403 bini aşkın tutuklu ve hükümlü bulunuyor. Oysa Türkiye genelindeki 395 cezaevinin toplam kapasitesi 300 binin altında. Bu tablo yalnızca fiziki bir doluluğu değil, aynı zamanda insan onurunu, temel hakları ve hukuk güvenliğini hiçe sayan bir düzeni gözler önüne seriyor.

İnsan Hakları Derneği’nin Nisan 2025 raporuna göre, Türkiye hapishanelerinde en az 1.412 hasta mahpus bulunmakta; bunların 335’i ise ağır hasta statüsünde. Bu insanlar sağlık ve yaşam hakkı gibi en temel haklardan yoksun bırakılıyor. Hukuk, artık koruyucu değil, cezalandırıcı bir aygıta dönüşmüş durumda.

İvan’ın “Geri veriyorum biletimi” sözü, bugün bu adaletsizlikleri gören ama değiştiremeyen milyonlarca yurttaşın ruh hâlini yansıtıyor.

Hukukun Yüzeyinde Duran Yargıçlar: Cehaletin Kurumsallaşması

Türkiye’de yargı krizinin bir boyutu vardır kuşkusuz (ancak son yıllarda uygulamada görülenlerden yola çıkarak söyleyecek olursak); bunlardan biri yargının yürütmeye teslimi ise diğeri kuvvetle muhtemel hukuki cehaletin kurumsallaşmasıdır.

Günümüzde hâkim ve savcıların kahir ekseriyeti; yalnızca hukuk felsefesinden değil, hukuk sosyolojisinden de habersizdir. Hatta Evrensel ilkelerden ürkerler, anayasal hakları “düzen bozucu” görüyorlar, dersem yerindedir.

Öte yandan bu durumun en kötüsü ise okuduklarını anlamayacak kadar cahil olan hakim ve savcı sayısının giderek artmasıdır. Bir metni harf harf okuyabilirsiniz ama anlamıyorsanız, o metin sizin değildir. Bugün birçok yargı mensubu yasa metinlerini okuyor ama yasaların ne demek istediklerini anlamıyor. Yasal düzenlemelerin amacını, ruhunu, gerekçesini bilmiyorlar, anlamıyorlar; hatta yer yer lafzını bile anlamıyor/kavrayamıyor. Bu tür hallerde yardımlarına ellerindeki telefon yetişiyor. Ya başka bir hâkim/savcıyı ya da yürütme mekanizması içinden birini arayarak aldığı bilgiyle sonuca gidiyor…

Bu nedenle:

-Kolluk fezlekeleri doğrudan iddianameye,

-İddianameler doğrudan mütalaaya,

-Mütalaalar doğrudan mahkeme kararına dönüşüyor. Bu nedenle attık hukuk felsefesi ve hukuk sosyolojisi etkisinde bir yargı kararı göremiyoruz. Delil tartışmaları hukukçu nosyonuyla yapılmamaktadır. Gerekçeli karar artık hukukçuları elinden değil, teknikerlerin elinden daha doğrusu katiplerin kaleminde kopyalama yapıştır yöntemiyle çıkıyor.

-Neredeyse tüm dosyalarda hâkimin kendisinin anlaması gereken yerlerde bile bilirkişi raporları alınıyor ve bu raporlar, yasal düzenlemelere aykırı olsa dahi, tek gerçeklik gibi karara dönüşüyor.

Nihayetinde ise Yürütmenin istikameti, yargının istikameti hâline gelmiş durumda.Ve bu kurumsal cehalet ve yürütmeye teslimiyet; sadece bireylerin değil; toplumun bütününün adalet duygusunu örseliyor.

Büyük Engizisyoncu: Yargının Siyasallaşması

İvan’ın anlattığı “Büyük Engizisyoncu” hikâyesi, yalnızca dinsel bir alegori değil; aynı zamanda adaletin tahakküme dönüştüğü düzenleri anlatan derin bir eleştiridir.

Romanda İsa, yeryüzüne iner; fakat özgürlük getirdiği için Engizisyon mahkemesi tarafından tutuklanır. Çünkü özgürlük, kurulu düzenin tahakkümüne tehdittir. Bugün Türkiye’de de yargı, özgürlükten, bağımsızlıktan ve evrensel ilkelerden değil, itaattan besleniyor.

CHP’ye yönelik yargı operasyonları bu dönüşümün en güncel örneğidir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi çalışanlarına ilişkin soruşturmalar, İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı raporlarla başlatıldı. Süreç, yargının değil, yürütmenin mühendisliğiyle ilerliyor.

Savcıların hazırladığı iddianamelerde “terör örgütleriyle iltisak” iddialarına dair tek bir somut delil bulunmamakta. Yargı artık delil değil “kanaat”, hakikat değil “algı” üzerinden çalışıyor. Bu, yargının bağımsız bir kuvvet değil, yürütmenin stratejik bir uzantısı hâline geldiğinin göstergesidir

Dmitri Karamazov’un mahkûmiyet şekli: Kanaate Dayalı Hüküm

Dmitri, romanda işlemediği bir suçtan mahkûm edilir. Deliller çarpıtılır, kanaat hüküm hâline gelir. Bugün Türkiye’de de hukuk, giderek delile değil kanaate dayalı işlemeye başlamıştır.

Gezi Davası bunun simgesidir. Osman Kavala’ya verilen ağırlaştırılmış müebbet cezası, tamamen politik bir kanaate dayanmaktadır. Mahkeme, beraatle sonuçlanmış dosyaları yeniden açarak “iktidarın adalet algısına” uygun bir yargı kurgulamıştır.

Benzer şekilde, çok sayıda Kürt siyasetçiye yönelik yargılamalar da nesnel delillerden değil, siyasal saiklerden beslendi( besleniyor hala!…)

Cumartesi Anneleri davasında ise anayasal bir hak olan barışçıl gösteri hakkı “örgüt propagandası” olarak tanımlanmakta.

Yargı, artık devleti değil toplumu “tehdit” olarak konumlandıran bir güvenlik rejiminin parçasıdır.

Alyoşa’nın /Toplumun Sessizliği:

Toplumsal Tevekkül, Vicdani Felç

Alyoşa, romanda Tanrı’nın sessizliğini kabul eder ama buna itiraz etmez. Bu, Dostoyevski’nin belki de en acı sorusudur:

“Eğer adalet yalnızca öte dünyada varsa, bu dünyadaki kötülük ne zaman durdurulacak?”

Bugün Türkiye’de toplumsal tevekkül, vicdani bir felce dönüşmüş durumda.

“Allah büyüktür” demek, çoğu zaman adalet için mücadele etmeyi değil, olup bitene rıza göstermeyi beraberinde getiriyor.

Bu türden bir suskunluk, iktidarın hukuk üzerindeki tahakkümünü daha da güçlendiriyor.

Toplumun sessizliği, yalnızca tanıklık etmeme değil; aynı zamanda zulme zemin sunma anlamı taşıyor.

Son Soru:

Tanrı/Toplum Sustuktan Sonra Kim Konuşacak?

Bugün Türkiye’de adalet:

-Ne evrensel bir ilkeye,

-Ne insan onuruna,

-Ne de toplumsal vicdana dayanıyor.

Adalet terazisinin bir kefesinde yalnızca güç var; diğer kefesi ise bomboş.

Bu tablo karşısında, Dostoyevski’nin bıraktığı soru hâlâ geçerliliğini koruyor:

Tanrı sustu. Toplum sustu.

Şimdi sormamız gerek:

Kim konuşacak?

Hukuk, Tanrı’dan (evrensel olandan), toplumsal vicdandan ve hukuki ahlaktan koparsa,

Neyin adaletini tesis edecek/ ediyor ?


Bu Makale 123 defa okunmuştur.