Barışın eşiğinde, ırkçılıkla yüzleşme zorunluluğu!

PKK’nin silah bırakması ve örgütsel olarak feshedilmesi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez güvenlik merkezli paradigmanın dışına çıkılarak, hak, adalet ve eşitlik temelli yeni bir toplumsal sözleşmenin önünü açmıştır. Ancak barış yalnızca çatışmasızlıkla, silahların susmasıyla tanımlanamaz. Gerçek barış; kimliklerin eşit tanındığı, çoğulculuğun anayasal güvence altına alındığı ve hukukun herkes için eşit uygulandığı bir toplumsal düzendir.

Bu yeni dönemde karşı karşıya olduğumuz en temel yapısal engel, sadece devletin güvenlikçi refleksleri değil; aynı zamanda toplumun önemli bir kesiminde kökleşmiş, kurumsallaşmış ve zamanla hukuki normlara da sirayet etmiş olan ırkçılıktır. Irkçılık bireysel bir önyargı değil, ideolojik, kültürel ve hukuki araçlarla yeniden üretilen bir sistemdir.

Hukukun içinde kurumsallaşan kimlik Türk ırkçılığı

Türkiye’de ırkçılık, çoğu zaman münferit vakalar veya marjinal gruplarla sınırlıymış gibi gösterilir. Oysa bu yaklaşım, sorunun yapısal karakterini görünmez kılar. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren yurttaşlık anlayışı etnik bir temele oturtulmuş, “Türklük” anayasal vatandaşlık tanımının merkezine yerleştirilmiştir. Anayasa’nın 66. maddesi, “Türk” tanımını kapsayıcı olmaktan çıkarıp ayrıcalıklı bir kimliğe dönüştürerek, hukuk düzenini eşitliği sağlayan değil, ayrıcalıkları tahkim eden bir mekanizma haline getirmiştir.

Bu anlayışın tarihsel izdüşümleri; 1938 Dersim Katliamı, Şark Islahat Planı, Kürtçe üzerindeki yasaklar, zorunlu göçler ve köy boşaltmaları gibi devlet politikalarında somutlaşmıştır. Hukuk, bu süreçlerde hakların teminatı değil, kimliklerin bastırılması için bir araç haline getirilmiştir.

Aşağılık kompleksinden ulusal üstünlük kurgusuna

Bilindiği üzere radikal milliyetçilik, çoğu zaman üstünlük duygusundan değil, aşağılık kompleksinden beslenir. Etyen Mahçupyan ve Mümtazer Türköne gibi muhafazakâr düşünürlerin de belirttiği gibi, bireysel anlamını yitirmiş kitleler, bu boşluğu kolektif kimlikler ve kutsallar üzerinden telafi eder. Bu bağlamda “Türklük”, sadece bir yurttaşlık değil, aynı zamanda bir ayrıcalık ve üstünlük anlatısına dönüşür.

Bu psikolojik yapı yalnızca bireylerde değil, kurumsal mekanizmalarda da kendisini gösterir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye hakkında verdiği çok sayıda kararda, ayrımcılığın sistematik ve yapısal boyutuna dikkat çekmiştir. Irkçılık böylece sadece sosyolojik değil, hukuki olarak da kurumsallaşmış bir eşitsizlik düzeni olarak varlığını sürdürmektedir.

Barış sessizlik değil; siyasal ve toplumsal dönüşümdür

PKK’nin silah bırakması, devletin “terörle mücadele” kisvesiyle sürdürdüğü baskıcı politikaların meşruiyet zeminini büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bu gelişme, siyasal alanın şiddetten arındırılarak, demokratik haklar temelinde yeniden inşa edilmesi için tarihsel bir fırsat sunmaktadır.

Ancak barış süreci, sadece silahlı aktörlerin değil; aynı zamanda halkın zihinsel dönüşümünü de gerektirir. Devletin sorumluluğu sadece güvenliği sağlamakla sınırlı olamaz; aynı zamanda yıllardır sistematik olarak ürettiği ırkçı yapıları ve onların toplumsal izdüşümlerini dönüştürmek zorundadır.

Yeni dönemin temel gündemi; anadilde eğitim, kültürel özerklik, yerinden yönetim ve kolektif haklar gibi demokratik talepler olmalıdır. Fakat bu taleplere karşı toplumun geniş kesimlerinde gözlemlenen direnç, “Kürt varsa tehdit vardır” şeklinde kodlanmış resmi ideolojinin halen ne kadar derin ve etkili olduğunu göstermektedir. Tıpkı apartheid sonrası Güney Afrika’da beyazların duyduğu panik gibi, Türkiye toplumunun bazı kesimleri de eşitliği, kendi statülerine yönelmiş bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu algıyı dönüştürmek devletin sorumluluğudur.

 Barış; yüzleşme ve hukukla inşa edilir

Dünyadaki örnekler, Türkiye için güçlü öğretici değerler taşımaktadır:

  • Güney Afrika: Apartheid rejiminin sona ermesinin ardından Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kuruldu; devlet ve bireyler geçmişle yüzleşti, özür mekanizmaları işletildi.
  • Kolombiya: FARC’ın silah bırakmasının ardından anayasa değişiklikleri yapıldı, yerel özerklik tanındı, geçmiş suçlar kabul edilerek barış hukuku inşa edildi.
  • İrlanda: IRA’nın silah bırakmasından sonra yalnızca güvenlik değil, siyasal temsil sistemi, kamu yönetimi ve eğitim politikaları da kapsamlı reformlarla dönüştürüldü.

Bu örnekler, kalıcı barışın yalnızca çatışmasızlıkla değil; adalet, yüzleşme ve hukuk temelli yapısal değişimle mümkün olduğunu göstermektedir.

Kalıcı barış için yapısal reform önerileri

Türkiye’de kalıcı barışın inşası için, yalnızca siyasal irade değil; aynı zamanda anayasal ve toplumsal reformlar şarttır:

  • Anayasal Reform: Yurttaşlık tanımı, etnik referanslardan arındırılarak eşitliği esas alan bir yapıya kavuşturulmalıdır.
  • Anadilde Eğitim: Kürtçe başta olmak üzere tüm anadillerde eğitim anayasal güvenceye alınmalı, kamu hizmetlerinde eşit kullanım hakkı tanınmalıdır.
  • Geçmişle Yüzleşme: Roboski, Lice gibi olaylar için bağımsız ve tarafsız araştırma komisyonları kurulmalıdır.
  • Medya ve Eğitim Reformu: Eğitim müfredatı çoğulcu ve eşitlikçi temelde yeniden düzenlenmeli, nefret söylemine karşı etkili yasal önlemler alınmalıdır.
  • Nefret Suçu Yasası: Irk temelli ayrımcılığa karşı caydırıcı yargı mekanizmaları hayata geçirilmelidir.

Sonsöz yerine barış, sadece devletle değil, toplumla arasında da yapılmalı

Barış yalnızca devlet ile silahlı bir örgüt arasında yapılan teknik bir mutabakat değildir. Barış; mahkemelerde, okul sıralarında, televizyon ekranlarında ve gündelik yaşamda kurulan bir zihinsel ve toplumsal düzendir.

Eğer toplum, Kürt kimliğini hâlâ “tehdit” olarak algılamaya devam ederse; savaş yalnızca silahla değil, kelimeyle, yasa ile ve önyargıyla sürecektir.

Gerçek barış; hukuk devleti ideali, tarihsel yüzleşme ve eşit yurttaşlık temelinde kurulabilir. Bu nedenle barış, yalnızca siyasal bir irade değil; aynı zamanda bir toplumsal empati devrimidir de.

Av. Mehmet Kaya

18.05.2025


Bu Makale 336 defa okunmuştur.