Silâhlanma, Toplumsal Şiddet ve Mafyalaşma: Unutulanlar ve Esenyurt Vakasının Hatırlattıkları Üstüne Notlar
İstanbul, Esenyurt'ta bir büfede işlenen cinayet, mafya örgütlenmesinin ve mafya tipi yaşamın toplumsallaşması ile bireysel silahlanmanın vardığı boyutlarla sonuçları üstüne bilindik, alışıldık tartışmaları yeniden gündemleştirdi.
Her ne kadar söz konusu olay vesilesiyle ortaya çıkan güncel bir tartışma gibi görünse de bu da, Türkiye toplumsal bilincinin ve hafızasının, vakaların yaşanması, unutulması, yeniden yaşanarak hatırlanması ve tekrar unutulması arasında devridaim eden bir kısırdöngüden ibaret olan psikolojik doğasının unuttuğu ve güncel vaka dolayısıyla hatırladığı gündemlerden sadece biridir.
Bu çerçevede, Türkiye'de bireysel silâhlanma ve silâhlı şiddetin toplumsallaşması, kamuoyunun dikkatini çekecek sayıda maktülün öldürüldüğü cinayet vakalarıyla gündemleşip sonra unutulduğu, sonra yeni bir vakayla hatırlanıp tekrar unutulduğu, bu tarihsel seyrin vakalar tekrar ettikçe süreklileştiği olgulardan biridir.
Cinayet işlenir, Türkiye kamuoyu kısa bir süre belli sınırlarda ilgilenir, sonra unutur, sonra bir cinayet daha işlenir ve hatırlanıp yine unutulur; devridaim böylece sürüp gider.
Nitekim 1980 öncesi siyasal iç savaş sürecinde, sol yükselişe karşı silâhlı şiddet yoluyla bastırma politikasının temel aygıtları olan para-militer örgütlerin silâhlandırılması ve binlerce gencin sokaklarda öldürülmesi, 1990'lar boyunca, Susurluk olayıyla ortaya çıkan siyasal, bürokratik ve toplumsal mafyalaşma süreci ve sayısız "faili meçhûl" cinayetler, koruculuk uygulamasıyla aşiretlere uzun namlulu silâh dağıtımı ve paravan bir örgüt olarak Hizbullah'ın bir "kontra-terör" aracı olarak Kürt coğrafyasında devreye sokulmasıyla işlenen suikast ve katliamlar, toplumsal silâhlan(dırıl)manın ve silâhlı şiddetin, yakın geçmişi boyunca Türkiye kamuoyunun bilinci ve hafızası önünde yaşanmalarının üzerinden uzun zaman geçmemiş deneyimlerdir.
Bu bakımdan, Esenyurt vakası karşısında gösterilen şaşkınlık ve hatta şoka uğramışlık hâli, Türkiye toplumsal bilincinin ve hafızasının unut(turul)maya dayalı doğasını örnekleyen bir deneyim daha olmaktan başka, ayrıksı bir öneme sahip değildir. Görüntülenebilmiş kadın cinayetlerine karşı verilen bir, en fazla birkaç günlük medyatik tepkinin, kadın katliamının her gün birkaç cinayetle devam etmekte olan görüntülenmemiş vakaları karşısında sürdürülemeyişi, örneklerden sadece biridir.
***
Türkiye halkının silâhla ve silâhlı şiddetle ilişkisinin, Batı toplumlarındaki gibi bireysel bir davranış ve suç olmaktan öte, toplumsal yaygınlığa ve tarihsel sürekliliğe dayalı bir sosyal olgu oluşu, kültürel genetiğinin sonucu ve ürünüdür. "At, avrat, pusat (silâh)" deyiminde sembolik ifadesini bulduğu üzere, toplumsal değerler sisteminin silâhlı ve giderek askerî ölçüler üzerinde kurulduğu kültürel gelenek, silâhı bir aygıt olmaktan çıkarıp, güç sahipliğini ve hiyerarşisini belirleyen bir toplumsal norm olarak algılamaktadır.
Antik Helen'den ve Roma'dan beri ordunun, garnizonlar şeklinde yerleştirilerek başkent başta olmak üzere şehirlerden ve böylece toplumdan yalıtılmasına, ve Weber'in devleti "silâhlı şiddet kullanma tekeli" diye tarifine uyan biçimde, günlük yaşamın silâhtan ve şiddetten arındırılmasına dayalı Batılı-Avrupalı sivil geleneği ifade eden "sivil toplum"un, askerîlikle, dolayısıyla silâhla ve şiddetle negatif ilişkisine karşılık, silâha sahipliği ve onun kullanımını bir güç ölçüsü ve toplumsal değer normu olarak konumlandıran doğu medeniyeti genetiği, sivil değil, askerî-militer bir toplumsal kişilik ve yaşam üretmektedir.
***
Türkiye halkının sosyo-kültürel genetik kodlarının uzandığı Asyatik step kavimlerinde, yönetici statüsünü ifade eden Kağan-Hakan'ın askerî lider niteliklerine ve yeteneklerine göre belirlenmesi, ardından Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının da askerî sınıf anlamında "seyfîyye"ye dâhil olup, orduya komuta etmek üzere Yeniçeri ocağından yetişmeleri, modern çağda ise, Atatürk-Atatürkçülük ilişkisi örneğinde olduğu gibi, askerî değerin siyasal ve giderek toplumsal normlarla içiçe geçişi ve giderek bütünleşmesi, nihayet günümüzde Cumhurbaşkanı'nın "Türk silâhlı kuvvetlerinin başkomutanı" olarak ifade edildiği Anayasa hükmü, arkaik köklerden moderniteye uzanan askerî değerlere dayalı siyasal ve toplumsal kültür ve kişilik geleneğinin kesintisiz sürekliliğini içermektedir.
Nitekim Mayıs 2023 seçimlerine giderken devletin silâhlanmasının ve Kürd sorunu başta olmak üzere savaş hâlinin, siyasal propagandanın temel unsuru olarak kullanımı ve seçmen nezdinde gördüğü karşılık, Türkiye halkının silâhla ilişkisi bakımından "sivil" toplum olabilmekle ilgili gerçekliğini ortaya koyan güncel ve çarpıcı bir göstergedir.
Silâhın ve silâhlanmanın bir değer olarak sunulduğu siyasal propaganda sahnesi, toplumsal bilinçteki ve hafızadaki silâhlı genetik kodun açığa çıkmasını sağlamakta, devletin silâha ve şiddete yüklediği değer ve anlam, militer toplumsal kişiliğin kendini silâhlı şiddet olarak dışa vurumunu meşrûlaştırmaktan öteye, erdemleştirmektedir.
***
Diğer yandan, Bismil'de arazi anlaşmazlığı gerekçesiyle işlenen katliamla ilgili önceki iki yazımızda* değindiğimiz üzere, yüzyılı aşan savaş hafızasının ürettiği travmatik psikolojik ve üretim araçları üzerindeki mülkiyetin ve dolayısıyla üretim biçimlerinin ve ilişkilerinin feodalizme terk edildiği ekonomik koşullarda, Kürd coğrafyasında da, silâh, modern sivil hukukun boşluğunda kendi hukununu üretmeye devam eden bir güç hiyerarşisi normu ve aracı olmaya devam etmektedir.
Nitekim silâhtan arındırılmamış olmak bir yana, koruculuk başta olmak üzere sivillerin dahi silahlandırıldığı uzun çatışma süreci, akrabaların birbirlerini uzun namlulu silâhlarla katlettikleri, "herkesin herkesle savaşı" diye tarif edilen Hobsyen bir kaos ortamına dönüşmektedir.
Sonuçta, Esenyurt vakası ve onun arka planındaki "sivil" mafyatik örgütlenme ve toplumsal şiddet, her geçen gün giderek yaygınlaşan ve süreklileşen kadın katliamında olduğu gibi, savaşı ve silâhlanma söylemini propagandalaştıran güncel siyasal koşulların kendisini meşrûlaştırarak ve hatta erdemleştirerek suyüzüne çıkışına imkân sağladığının farkına varan, Türkiye halkının silâhla ve şiddetle ilgili kültürel kodlarının tarihsel devridaim zincirinin günümüze denk gelen halkasından başka bir şey değildir.
Bu nedenle de, bu vakaya ve vaka dolayısıyla mafyalaşmaya, bireysel silâhlanmaya ve toplumsal şiddet dalgasına karşı, özellikle sosyal medyada dillendirilen tepki ve kampanyalar, toplumsal karşılıkları olmaması bir yana, toplumsal algının ve davranışın daha çok silâhlanma ve şiddet eğilimi gösteren algısı ve davranışı karşısında, gerçekçi bir dayanaktan ve dolayısıyla somut bir sonuç üretebilme imkânından tamamen yoksun, bireysel duyguların, gelecekteki yeni bir cinayetle yeniden hatırlanmak üzere birkaç gün sonra unutulacak olan geçici ifade edilişinden ibarettir.
***
Bu hâliyle, toplumsal silâhlanma, şiddet ve mafyalaşma karşısında etkili sonuç üretmesi mümkün yegâne önlem, çatışmayı ve silâhlanmayı toplumsal bilince ve hafızaya bir değer ve ahlâkî norm olarak sunan geleneksel militarist siyasal söylemin terk edilmesi, siyasetin ve kamu yönetiminin askerî değerler sisteminden arındırılarak sivilleştirilmesi, böylece, "silahın hukuku"ndan "hukukun silâhı"na ve hakanın-sultanın savaşçı kulları ile başkomutanın askerlerinden, devletin yurttaşlarına geçişin sağlanması yönünde sivil iradenin ortaya konmasıdır.
Diğer yazıları: Arazi cinayetleri ve Bismil vakası üzerine notlar-II: Açığa çıkan
(℗) PeyamaKurd
Bu makale yazarın görüşlerini yansıtmaktadır. PeyamaKurd'un yayın politikası ve editoryal paradigması ile her zaman uyumlu olmak zorunluluğu yoktur.
Bu Makale 42108 defa okunmuştur.