31 Mart 2024 Türkiye Yerel Seçimleri üstüne notlar

 

Türk devlet geleneği, tarihsel ve antropolojik bakımlardan, Asyatik step kavmi militarizminden, Arap-İslâm halifeliğinden, Bizans imparatorluk geleneğinden ve nihayet 1929 büyük buhranını ve II. Dünya Savaşı'na gidişi ifade eden otuzlar boyunca da dönemin küresel otorite kaosunun ürünü İtalyan faşizmi ve Alman nazizminden beslenerek oluşmuştur.

Farklı çağlarda, farklı coğrafyalarda, farklı kavimlerin kültürel temaslarından ve etkileşimlerinden kaynaklanmalarına rağmen, öz ve biçim bakımlarından birbirleriyle çok benzer ve uyumlu bu unsurların bir araya gelişi, kendini geçmişte "devletlû", modern çağda "devlet" olarak adlandıran bürokrasinin toplum üzerinde mutlak üstünlüğüne ve denetimine dayalı, toplumun kontrolü için katı merkezîyetçi ve nihayet farklılıkların kontrole yönelik bir risk ve tehdit olarak algılandığı tekçi-millîyetçi ve askerî bir devlet kişiliğini ve yapısallığını ortaya çıkarmıştır.

Antik Helen ve Roma'da sivil senatoyla imparatorun ayrılığının tersine, sadece Asyatik Türko-Mongol step kavimlerinde değil, Perslerde olduğu gibi Doğu medeniyetinin genelinde askerî liderlikle siyasal elitin aynılığıyla birlikte,  Asyatik step kavimlerindeki göçebe militarizminden başlayarak, Selçuklularda ikta, Osmanlılarda tımar sistemleri boyunca, askerîliğin doğrudan doğruya toplumsal üretim biçiminin bir boyutu ve unsuru olarak gündelik hayatla iç içe geçmişliği, Türk toplumsal ve politik kültüründe, askerîliğin toplumsal kişilikle bütünleşmesine neden olmuştur.

Küçükbaş sürüleri için taze otlak arayan step kavimlerinin yağmacı üretim biçimlerinden kaynaklanan ve "töre" denilen askerî değerlere ve organizasyona dayalı toplumsal ve kültürel yapıları ile "hakan-kağan" denilen komutan-liderlik yapıları, Anadolu'ya giren Selçukîler ve onların bir beyliği olarak Bizans sınırında "uc-beyliği" olarak ortaya çıkan Osmanlıların "küffara karşı gazâ" gelenekleri süresince Yeniçeri Ocağı'nda yetişen, ordu başkomutanı sultan ve "serasker" vüzerasını takiben, İttihatçıların Osmanlı'yı Turan imparatorluğuna dönüştürme ütopyalarının trajedyasından Kemalistlerin "İstiklâl-vatanı kurtarma"cephelerine varan tarihsel güzergâhın ardından, Soğuk Savaş boyunca 27 Mayıs-12 Mart-12 Eylül durakları boyunca anti-komünist "Cumhuriyet'i koruma ve kollama vazifesi" ile devam eden "seyfîyye zümresi" geleneği,"kutsal devlet" girişli 1982 Anayasa'sının, "Başkomutan-Cumhurbaşkanı" ve "Millî Güvenlik Kurulu" tarifleri ile varlığını ve gücünü günümüzde de sürdürmektedir.

II. Mehmed'in, Selçuklu kalıntısı Türk soylu aşiret beylerini tasfiye edip, Bizans'ın tek imparator ve imparatorun şahsına bağlı "kapı-kulu" bürokrasi düzenini devralışı, bürokrasinin toplumdan yalıtılıp saraya kapatılışının milâdı olurken, Köprülüler, Alemdar Mustafa, Keçecizade Fuad, Midhat, Mahmud Şevket, Enver, Mustafa Kemal ve İsmet, Cemal, Cevdet, Kenan, Çevik ve Hulûsi paşalarla devam eden "paşalar" rejimi ise, bürokrasinin sarayı tasfiye edip egemenliği ele alışının tarihini oluşturmuştur.

27 Mayıs'ın Millî Birlik Komitesi ve "Cumhuriyet Senatosu" ile 12 Mart'ın "Komuta konseyi" ve nihayet 12 Eylül'ün Milli Güvenlik Kurulu gibi militer-bürokratik yapıların siyaset kurumu üstündeki "yasal" belirleyici ve denetleyici konumları, üstün-yüce devlet geleneğinin en basit, en açık görüntüleri ve belgeleri olarak anılabilirler.

Bu tarihsel çerçevede, I. Meşrûtiyet'ten günümüze, Anayasa, siyasal aktör, örgüt, parti, parlamento, seçim gibi, liberal demokratik sisteme özgü unsurlar, Türk devlet geleneğinde, sadece diplomasiye ve borç alabilmeye dönük görsel malzeme işleviyle var olmuşlardır. Bu bağlamda, Meşrûtiyet'ten Cumhuriyet'e intikâl eden Meclis, parti, seçim gibi sözde kurum ve eylemler, Osmanlı'nın gerilemesinde başlayıp, Soğuk Savaş boyunca devam eden, Rus-Sovyet işgâli olasılığına karşı "beka" stratejisinin temelini oluşturan Batı'ya yakın durma politikası kapsamında, liberal Batı dünyasının gözünü boyamaya yönelik tiyatral bir gösteriden öteye geçmemiştir.

Tarihsel temellerini antik Helen ve Roma senatolarından alan Batı demokrasilerinde olduğu gibi, devlet kurumlarını ve faaliyetlerini gerçekten yöneten partiler asla var olmamış, Asyatik hakan-kağan ile Ortadoğulu tanrı-kral ve Halife-sultana dayalı tarihsel temeller üzerinde, iktidara gelir gelmez bürokrasinin politik aygıtı hâline gelmiş sözde partiler var olmuştur. İktidara gelme anı, istisnasız her parti için, devlet mekanizması tarafından yutularak bürokratikleşmenin başlangıcı olmuştur.(1)

Geçmişten günümüze, Türk devlet aklının ve bürokrasisinin, politikayla kendi lehine hiyerarşik ilişkisinin ve ona doğrudan ya da dolaylı müdahalesinin, bireysel servet birikimi ve güç edinimi dışındaki amacı, rejimin "beka"sını sağlamak, yani, ağır ekonomik koşulların baskısı altında yaşatılan toplum üstündeki tarihsel bürokratik hegemonyayı sürdürülebilir kılmak, kitlelerin taleplerini temsil edebilecek bir siyasal hareketlilik ve örgütlülük potansiyelini etkisiz kılmak olagelmiştir. Bu doğrultuda, toplumun siyasal çeşitliliğini ve farklılıklarını yığınsal duygusallığa yönelik dinsel ve millîyetçi söylemlerle bertaraf ederek devlet fetişizmi etrafında mutlak itaate çeviren ideolojik rıza üretimi ile, rıza üretiminin muhatap dairesi dışında kalan sol, Alevîler ve Kürtler gibi geleneksel muhalif grupları devletin zor gücü marifetiyle sindirmek de,

Türk devlet aklı geleneğinin, kriz dönemlerinde kesintisiz kullanageldiği yöntem olmuştur.

Böylece, geçmişte olduğu gibi bugün de, partiler ve seçimler, genel olarak sözde siyaset kurumu, Türk devlet mekanizmasının, tarihsel köklerinden gelen, toplum üstündeki egemenliğini ve denetimini sürdürmeye dayalı genetik doğasından ve mevcut ortamda olduğu gibi, ekonomik ve politik kriz gündemini, statükonun devamını sağlayan biçimde yönetme çabasından bağımsız değerlendirilemez. Örneğin, yaşı yetenler, "millî birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu bugünlerde.." diye başlayan siyasal söylem kalıbı ile, "millî mutabakat hükümeti" ve "milliyetçi cephe hükümeti" deyimlerini hatırlayacaklar, bu geçmiş örneklerle günümüzdeki "Cumhur ittifakı" deneyimi arasındaki tarihel bağı kuracaklardır.

En üst seviyede, halef ve selef iki Genelkurmay Başkanı'nın peşpeşe, ardından İstihbarat kurumu Başkanı'nın hükümet üyelikleri, orta kademede Müsteşar ve Genel Müdür gibi merkezî yönetim bürokratlarının ve nihayet Vali, Emniyet Müdürü, Yargıç gibi taşra amir ve memurlarının iktidar partisinde politika yapmaya yoğun ilgileri ve katılımları, bürokrasinin siyasete darbeler, muhtıralar ve mahkemeler yoluyla denetleme ve müdahale sürecini doğal sonucuna erdirerek, bürokrasiyle politikanın geleneksel organik bütünlüğünün 12 Eylül'den otuz yıl sonra yeniden elde edilmesini sağlamıştır. (2).

Seçim gündemine gelindiğinde, yakın siyasal geçmişi kapsayan biçimde ve özellikle Mayıs 2023 seçimi sürecindeki iktidar ve muhalefet bloklarının propagandalarında somutlaştığı gibi, bürokrasi güdümlü 2024 yerel seçim gündeminin de, devletin güvenlik konsepti ve stratejisiyle doğrudan bağıntılı iki ana ekseni belirgin biçimde gözlenmektedir:

ilki, Dem Parti üzerinde sürdürülen Kürdofobik nefret ve milliyetçilik söylemiyle kitlesel çoğunluğu devlet aygıtı konumundaki partiler etrafında kenetleme; ikincisi ise, Kürd toplumunu, merkezde Dem Parti'yi güvenlik, yargı ve ittifakla dışında bırakma yoluyla etkisizleştirme, yerelde de kayyumluk uygulamasıyla yerel toplumsal bilinçaltını devletin mutlak gücüne ve belirleyiciliğine koşullandırarak politik edilginliğe itmek ve böylece siyasal katılımdan, örgütlülükten ve etkinlikten uzak durmaya zorlamak. Nitekim Diyarbakır örneğinde dramatik boyutta gözlendiği gibi, Dem Parti'nin merkezî ve yerel seçimlerde yerel topluma yabancı aday tercihleri, propaganda faaliyetlerindeki heyecansızlığı, seçmenin partiye oy verme ve hatta sandığa gitme arzusundaki gözlenebilir gerilemenin tespitiyle ilişkilendirilebilir.

Elbette, Dem Parti'nin seçimlere yönelik rehavetinde, yargısal ve medyatik yıldırma uygulamaları ve Kürdofobik toplumsal yalıtım ve düşmanlaştırma politikası kadar, zorunlu göç sonrası hızlı kentleşmenin ürettiği toprak ve imar rantına, Kürdistan'la sınır ticaretine ve bölgeye özgü kara paraya dayalı sermaye birikim kaynakları üstünde palazlanan yeni yerel orta sınıfın statükocu kişiliği dogrultusunda Kürt sorununda taraf değiştirmesinin de belirleyici etkisini atlamamak ve buraya not etmek gerekir.

Türk bürokratik aklı, Kürtler dışında kalan çoğunluğun yapısal itaat kültürünü geleneksel Kürdofobik nefretle ve histerik milliyetçilikle konsolide ederken, Kürtleri ise, bir yandan Dem Parti üzerindeki yargısal sindirme politikası ve kayyumluk baskısı yoluyla kimliğe dayalı siyasal katılımdan ve dolayısıyla temsilden umutsuzlaşmaya itip, bir yandan da, Kürt siyasal hareketinin ulusçu ana akımına karşı, yerel cemaat ve aşiret reislerinin "kanaât önderi" ünvanıyla ve Hüda-Par'ın da siyasal sözcü olarak işlevselleştirildikleri İslâmcı eleştiri söylemi üzerinden muhafazakâr ve seküler ayrımı etrafında bölünmeye ve böylece, Kobane-Şengal deneyimleri sürecinde belirginleşen duygusal uluslaşma eğilimini bozunuma uğratma stratejisini işletmektedir.

Sınırın Irak tarafında gelenekçi-muhafazakâr Barzanî yönetimiyle ilişkilerin normalleştirilmesi ve hatta bakanlar düzeyinde "sıkılaştırılması"na karşın, Suriye tarafında Rojava'nın "teröristan" diye tanımlanarak salt askerî eylemlerin muhatabı kılınmasındaki farklılık, Türkiye'deki Kürt toplumunun siyasal aklına ve hafızasına yönelik yeni tasarım olarak, Kürt sorununun, Kürt-Türk ikileminden muhafazakâr-seküler ikilemine taşınarak sürdürülebilir kılınması stratejisinin en belirgin görünümü olarak değerlendirilebilir.

Böylece, okulda ve akademide savaşla birlikte mühendislik eğitimi de almış kurmay planlamacılığının, Şeyh Ubeydullah'tan Şeyh Said'e, Şeyh Abdüsselâm Barzanî'den Şeyh Mahmud Berzencî'ye kadar devam eden "şeyhler" silsilesindeki bağımsızlıkçı, isyankâr Kürd İslâmcı kişiliğini ve geleneğini tersine çevirerek etkisizleştirmeyi, neokolonyal bir "bağlılık" unsuruna devşirmeyi başardığı söylenebilir.

Bununla birlikte, Kürt siyasal hareketini tasfiye için Kürt coğrafyasına sevk ve seferber edilen, sünnî ve Yesevîyye kökenli Türk-İslâm sentezinin günlük yaşam odaklı din yorumuna ve bireysel dindarlığa dayalı söylemiyle, Nakşî-Halidî ekolüne dayanan, sosyal, kültürel ve siyasal yaşamla bütünleşik geleneksel Kürt İslâmcılığı arasındaki doku uyuşmazlığı ile, bu kapsamda Kürt İslâmcılığından Türk tarzı bir liberal muhafazakârlığın çıkarılabilme imkânını, ayrı bir inceleme ve tartışma konusu olarak işaret etmekte fayda vardır.

Ayrıca, Kürt siyasetinin ana akımının seküler kişiliğine karşı İslâmcı/Muhafazakâr alternatif olarak servis edilen Hüda-Par geleneğinin, yerel seçmenin çoğunluğunu oluşturan küreselleşme çağı bireyi genç ve hatta orta yaş grubun kolektif hafızasında temsil ettiği, '90'lar ortamını ve Hizbullah'ı çağrıştıran hatırasının, özellikle kentli-seküler yaşam tarzı karşısında ne derece etkili olabileceği de, buraya eklenebilecek bir başka etkendir.

Hâl böyle iken, Türkiye'yi yöneten kurmay aklı ve planlamacılığı, yeni Kürt politikası tasarımını seçimlere de uyarlamakta, bu kapsamda, Türk kimlikli toplumsal bilinçaltını pkk hafızası üzerinden chp'den Muharrem İnce, Zafer Partisi ve Sinan Oğan gibi aktörlerin temsilindeki milliyetçi kopuşa veya en azından mesafeli duruşa koşullandırırken, aynı etkiyi muhafazakârlık-sekülerlik ikilemi üzerinden de

Kürt kimlikli toplumsal algıda ve hafızada üretmeyi denemektedir. Örneğin, Erdoğan'ın, Bahçeli'nin, Akşener'in ve hatta İnce'nin bile CHP ile Dem Parti arasındaki iletişimle ilgili kullandıkları "Dem'lenme" sözcüğü, Dem Parti-pkk rabıtası üzerinden, Türk toplumsal hafızasının milliyetçi Kürdofobik nefretine, içki iması üzerinden de hem Türk ve hem de Kürt muhafazakâr algısının chp'de temsil olunan sekülerlik nefretine aynı anda hitap edebilmektedir.

Öte yandan, batıda, Kürdofobik duygusal manipülasyonun ve iktidar bloğunun baskısı karşısında CHP merkezli muhalif blokta toplanma eğiliminin de belirleyici etkileriyle, HDP bileşeni Türk sol örgütlenmelerinin sol-Kemalist özlerine dönüşü, diğer tarafta Dem Parti'nin, özellikle Türkiyelileşme stratejisinin şehir çatışmaları ve Demirtaş başta olmak üzere yönetici ve sembolik aktörlerinin de tutuklanmaları gibi olaylarla gelişen başarısızlığı sonucunda Kürt coğrafyasına yabancılaşma eğilimine dayalı bölgesel oy ve prestij kaybı, Haziran 2015 seçim sonucunu üreten yolda iki bileşen arasında kaçınılmaz yol ayrımına varmanın işaretlerini göstermekte, eninde sonunda herkesin kendi yoluna gideceği zamanı haber vermektedir.

Nitekim Ahmet Şık'ın "Kürt faşistleri" deyiminde ve TİP örneğinde ifadesini bulduğu üzere, Hdp'nin Türk soluna dâhil bileşenlerinin Kürt kanadına yönelik eleştirileri, giderek ittifaktan ve hatta Parti'den ayrılışları, diğer kanatta da, Demirtaş'ın Edirne Cezaevi'nden bol "Kürdistan" söylemli eleştirileri, son günlerde Leyla Zana'nın çıkışları, Kürt siyasetinin ana akımında "Türkiyelileşme" stratejisinin ve Türkiye'nin sol-liberal kanadını ve muhalefet bloğunun  önemli bir kesimini oluşturma iddiasının iflasının nihayet kabulünü ve "HDP bileşenleri" olarak Türk solu ile Kürt sağı arasındaki kaçınılmaz yol ayrımının gerçekleşmekte oluşunu ortaya koymaktadır

Bu kavşaktan itibaren, HDP bünyesindeki Türk solu gruplarının, mutlak sağ çoğunluk karşısında marjinalleşme baskısı altında kaçınılmaz olarak CHP merkezli ittifaka yol almak zorunda kalacak, Kürt siyasal hareketinin ana akımının da bölgesinin geleneksel sınırlılığına geri dönecek oluşları, eşyanın tabiatı gereğince beklenebilir en gerçekçi senaryodur. Bu senaryo içerisinde, Kürt siyasal hareketinin ana akımına düşecek rolün, sınıfsal altyapısındaki yeni orta sınıfın Türkiye kapitalizmine bağımlı talepleri ve Türkiye'yle ilişkilerini "sıkılaştıran" Hewler yönetiminin de "teşvikleri" doğrultusunda, yerel Kürt sağı ile eklemlenerek, devletin neokolonyal Kürt politikasının ılımlılaşmış-ehlîleşmiş muhataplığı olması, muhtemel olasılıklar içerisinde gerçekleşmeye en yakın olanıdır.

Kürt siyasal hareketinin, Dem Parti'nin temsilindeki ana akımının Türk muhalefetinden bağımsızlaştıktan sonra, Hewler yönetiminin de, iki taraflı katkılarıyla, bürokrasiyi temsil eden iktidarla müzakere sürecini, kaldırıldığı dondurucudan indirme umudu ve beklentisi, Kürt sağından sonra nihayet Dem Parti'nin temsil ettiği kanadın da ehlîleşerek yukarıda değinilen neokolonyal "kurmaylık planı"na dâhil olmasıyla, Türkiye'nin geleceğine dair bekâ tasarımının mümkün hâle geleceği güzergâhın yön tabelasını oluşturacaktır.

Olasılığı kesine yakın derecede yüksek bu durum, ikibinli yıllarda Arap Baharı'nın Ortadoğu'ya sıçraması olarak beklenen "Kürt baharı"nın, Suriye ve Irak'tan sonra Türkiye'de de bir başka yüzyıla ertelenişinin altındaki son imza olarak, Tarih'in arşivine kaydedilecektir.

Sonuçta, Türkiye'de 2024 yerel seçimleri de, İttihat ve Terakkî'nin "kazandığı", Türkiye siyasal tarih literatüründe "sopalı seçim" diye anılan 1912 ve "açık oy, gizli sayım" uygulamalı 1946 seçimleri ile, asker gözetiminde kullanılan oy pusulularının renginin zarf içinde görünür olduğu 1982 Anayasa referandumu örnekleri başta olmak üzere, geçmişteki tüm seçimler gibi, yerel olgular ve hizmet talepleri etrafında değil, "vatan, birlik, bütünlük" ve "bölücülük, terör, vatana ihanet" gibi merkezî yönetime, doğrusu devlete özgü klasik rejim değerleri ve sorunlarının gündemi üzerinde ve bolca silâh sanayii temalı propaganda etrafında, bürokrasinin ideolojik-militer değer dayatmalarının tarihsel kısırdöngüsünün sınırları içerisinde, geçerliliği ve kudreti seçmen pusulasının kâğıdından ibaret, gerçekte devlete egemen bürokrasinin topluma üstünlüğünü ve hegemonyasını bir kez daha dikte edip karşılığında toplumsal çoğunluğun "vatansever" rızası ile muhalif azınlığın devletin ve çoğunluğun çifte baskısı altında disipline edilmişliğini edinmeyi beklediği, Türkiye siyasal sisteminin geleneksel tiyatro sahnesinde canlandırılan seçim oyunlarının tarihsel zincirinin bir halkası olmaktan öteye geçememiştir.

Ezcümle, 31 Mart 2024 akşamı, "Türkiye demokrasisi"nin "hayâl perdesi" bir sonrakine kadar bir kez daha kapanmış, kuklacı işini görmüş, az önce perdede arzı endam eden, kimisi Türkçe, kimisi Kürtçe konuşan, kimisi seküler kimisi muhafazakâr, kimi solcu kimi sağcı marifetli kuklalar da perdenin, bir daha gerçekleşip gerçekleşmeyeceği giderek belirsizleşen sonraki açılışlarında yerlerini alıncaya dek kutularına kaldırılmış olacaklardır.

Vedat Koçal

Siyaset Bilimci

---

(1). Türkiye'de iktidara gelen partilerin bürokratikleşme sürecine dair bir akademik çalışmamız için bkz. V. Koçal ve S. Aslan, “Türkiye’de Siyasal Partilerin İktidarla İmtihanı: “Parti”den “Devlet”e Bir Kısırdöngünün Yüz Yıllık Öyküsü”, Cumhuriyet'in 100. Yılında Türkiye: İktisadi ve Siyasi Perspektiften Değerlendirmeler kitabı içerisinde, (s. 9-38), Çizgi Kitabevi, Bursa, 2023, Şuradan indirilebilir: https://www.researchgate.net/publication/374898333_KOCAL_Ahmet_Vedat_ASLAN_Seyfettin_Turkiye'de_Siyasal_Partilerin_Iktidarla_Imtihani_Partiden_Devlete_Bir_Kisirdongunun_Yuz_Yillik_Oykusu_Seyfettin_Aslan_ve_Osman_Geyik_Editorler_Cumhuriyet'in_100_Yilin

(2). AK Parti'nin bürokratikleşme süreci hakkında bir çalışmamız için de bkz. V. Koçal, "Tarihsel Seyri İçinde Türkiye Muhafazakârlığının Güncel Tartışmaları: Sivil Toplum-Devlet İkileminde İslâmcılığın Yol Ayrımına Dair İdrisyen Bir Analiz", III. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi Bildiriler Kitabı, (s. 43-56). Şuradan indirilebilir: https://www.researchgate.net/publication/346649385_KOCAL_Vedat_Tarihsel_Seyri_Icinde_Turkiye_Muhafazakarliginin_Guncel_Tartismalari_Sivil_Toplum-Devlet_Ikileminde_Islamciligin_Yol_Ayrimina_Dair_Idrisyen_Bir_Analiz_III_Turkiye_Lisansustu_Calismalar_Kon


Bu Makale 34722 defa okunmuştur.